yağmur damlalarının asfalta düşüp tozu dumana kattığı sabahların birinde uyandı yatağından Hakkı. doğruldu, başını önce sola sonra sağa doğru esnetti, ayaklarına baktı; birbirlerine sürterek ovuşturdu onları. kaskatı kesilmişti. ayağa kalktığı anda iğnelenmeye başlamıştı tüm hücreleri. uzun ve dar koridorun sonunda onu bekleyen yalnızca elini yüzünü yıkayacağı lavabo değil, sonsuza dönen akrep ve yelkovandı.
uykusundan henüz uyanmayan canlarını gözleriyle selamladı kapıdan çıkarken. enginarlarını aldı ve çıktı yola. hava aydınlanmaya, asfalt kurumaya başlamıştı. köşesine varmadan bez torbasından çıkardığı gazete kağıtlarını serdi altına. leğenine su doldurdu, oturdu, bıçağını çıkardı, enginarlarını… teker teker başladı onları öldürmeye. her ölen enginar, leğende yerini almaya başladı; yüzmeye. daracık bir okyanusun içinde, sorgusuz, sualsiz ve durmadan. adımlar duyulmaya, cadde kalabalıklaşmaya başladı. kimisi farkediyordu Hakkı’yı, kimisi görmüyor. kimisi tanıyordu Hakkı’yı, kimisi tanımak istemiyor. var mıydı bunun bir önemi? tanımalı mıydı Hakkı’yı, ve enginarlarını?
gün bitti, güneş gitti, rüzgar geldi. karanlık geldi;
dönüş vakti.
ertesi gün oldu, uyandı Hakkı.
yatağından sıyrılan nevresiminin üzerinde doğruldu.
sokak lambasının ışığı perdeye vuruyordu. bir gölge perdede, bir gölge uzun burunlu Figen’de.
esmer Figen, gür saçlı, büyük elli, kısa boylu. uyumasa da uyuyan Figen’de.
sağa esnedi, sola esnedi. doğruldu, ayaklarına baktı. ayağa kalktı, uyuştu.
yürüdü. musluğu açtı düşündü. bugün gitmese olur muydu?
her gün mü gidiyordu Hakkı? her gün mü öldürdü enginarları?
Hakkı her gün gitmese de her gün ölüyordu enginarları.
son kırk günde kuyu aldı onları.
Yorumlar
Yorum Gönder